cash. Sezai KarakoçSilahlara veda Geceye rüyaya ve sana Yalnızlığın geyik gözlü köşesinden Düzenlerin çıkmazına Çizdiğim resmin Saat kulesi ağlıyor Ağzım o çeşit yok Şişe bu çeşit var Sen bir gece gelsen Güneş doğmasa Gitmeden yine gelsen Bu yeni geleni Bu bize bakanı Sana bir anlatsam Güneş doğmasa Sandıkların içini göstersem sana Çizdiğim resmin Yalnızlığın geyik gözlü köşesinde Bir rafa koyabilsen Olup biteni ve onları Sabaha kadar konuşsak O ürkek ürkek bakanı sana bir anlatsam Ateşi karı tüfeği çeksem Ocağa pencereye kapıya Kemana veda Yağmurda şeytan ve şapkası Silahın ölümünü kutluyorum Tren kaçırmış gibiyim Sana veda Kaynak Körfez Anasayfa Galeri Kültür Sanat İslami geleneğin en gür sesi; Sezai Karakoç İslami geleneğin son dönemdeki en gür sesi Sezai Karakoç, bugün 87 yaşında. Ömrünü, insanımızın şuur kazanması ve öz benliğine dönmesi için bir 'diriliş' mücadelesine adayan Sezai Karakoç, edebiyat tarihimizin bir dönüm noktası oldu. Usta kalem, yeni nesillere şiir ve edebiyatın yalın haliyle umut aşıladı. Sizler için doğumunun yıl dönümünde, Sezai Karakoç'a dair Fikriyat'ta yazılan tüm yazıları bir araya getirdik. Giriş Tarihi 1321 Güncelleme Tarihi 1819 1 14 SEZAİ KARAKOÇ KİMDİR? "Biz diriliş erleri, son peygamberin sancağı altına sığınıyoruz. Bu sancağın yere düşmemesi görevimizdir, varoluş hikmetimizdir." Edebiyatımızın en güçlü sesi olan Sezai Karakoç, 22 Ocak 1933 yılında Diyarbakır'da dünyaya geldi. Çocukluğu Ergani, Maden ve Piran'da geçti. Ergani'de ilkokulu bitirdikten sonra Maraş Ortaokulu'na kaydoldu. Ergani'de gittiği ilkokulda sırası, masası, sandalyesi olmayan, ortasında yalnızca bir kum masası bulunan bir sınıfta ders aldı. Her öğrencide, sayı öğrenmek için kullanılan on adet çöp verilirdi. Tütmeyen, ısıtmayan bir sobası vardı sınıfın. Üç ay ihtiyat sınıfında okudu Karakoç, sonra da, altı yaşında birinci sınıfa alındı. Buradaki okulu bitirdikten sonra parasız yatılıyı kazanarak "çocuk yüreğimin ateş aldığı yer" olarak adlandırdığı Maraş'a gitti. Sezai Karakoç'un kaleminden 'Diriliş Neslinin Amentüsü' için tıklayın. 2 14 KARAKOÇ’A KÜÇÜK YAŞLARDA VERİLEN UNVAN Müslüman, İslam'ı öyle sağ ve diri, canlı yaşa ki, seni öldürmeye gelen sende dirilsin. Okul, yabancılarca yapılmış, Maraş'ın o yıllardaki tek kaloriferli taş binasıydı. Bu binadaki kalorifer, ilk kez gördüğü için çocuğun aklından çıkmadı. Sezai Karakoç, okulda gizli gizli namazını kılar, kendi kendine Arapça ve Farsça çalışmaya devam ederdi. M. Akif'in, Namık Kemal'in, Hâmid'in, Tevfik Fikret'in, Süleyman Nazif'in, Ziya Gökalp'ın şiirlerini okurdu. Okulda Namık Kemal hakkında bir konferans vermiş ve bu konuşmasından sonra bir hocası ona "Koca filozof" lâkabını takmıştı. Sezai Karakoç'un kaleminden 'İslam'ın Dirilişi' için tıklayın. 3 14 "Bizi yoldan çıkarmaya çalıştılar, yanlışlıklar yapılarak yön verilmek istendi fakat biz buna rağmen Müslüman kaldık. Bu da bize Allah'ın bir lütfudur. Yanlış bir mantıkla ayağımız kayabilirdi. Bunun için de çok ortaya çalışmalar var. Ayağı kaymışlar bizim için çok büyük kayıptır. Allah onları tekrar kurtarabilir." Orta ikinci sınıftayken, Türkçe hocası, yazdığı kompozisyonlardan dolayı, onu överdi. Hoca, âdeta onun ileride ünlü bir şair olacağını sezmişti. Bu hoca, Arif Nihat Asya'nın öğrencisiydi. Karakoç anılarında bu konuya ve ortaokul dönemindeki çocuklara ilişkin şu tespitlerde bulunuyor "Ortaokul yılları, öğrencilerin en kritik yıllarıdır. Öğrenci çocukluktan çıkmaktadır. En duyarlı olduğu bir dönemdir bu, çocuğun." Sezai Karakoç'tan unutulmaz alıntılarla İslam 4 14 SEZAİ KARAKOÇ’UN OKUL ANILARI "Bir arkadaşa da herkes Mutlu diyordu, soyadı olduğundan. Bir gün "Mutlu, sen nerelisin? dedim. Arkadaşlar hep güldü. Çünkü arkadaşımız Mutluymuş. Mersin'in Mut ilçesinden." Ve bütün parasız yatılıların en sevdikleri şey Okulun tatil olup, çocuğun sevinçle memleketine, annesine-babasına, kardeşlerine dönüşü. Karakoç işte bu sevinç dolu dönüşleri, yatılının özlemini ve kavuşmanın mutluluğunu; "Otobüsten inip dağdan esen rüzgârın göğsüme çarptığını hissedince, sılaya dönmenin bütün mutluluğu ile dolardım. Evin kapısından içeri girince de, anneme, babama ve kardeşlerime kavuşmanın sevincini yaşardım." cümleleriyle anlatır. Sezai Karakoç'un okul anıları ile ilgili haberimize ulaşmak için tıklayın. 5 14 MONA ROSA ŞİİRİNİN ARKASINDAKİ SIR PERDESİ Sezai Karakoç, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazanarak başladığı yükseköğrenimini 1955'te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamladı. İşte tam da bu zamanlarda Mona Roza şiiri herkesin yüreğinde kendine yer buldu. Sezai Karakoç'un 14 kıtalık "Mona Roza" şiirinin kıta başlarındaki harflerin yan yana getirilmesiyle ortaya çıkan "Muazzez Akkaya'm" akrostişi, onlarca yıldır edebiyat çevrelerinde cevabını aradı durdu. Ancak kimse uzun bir süre Mona Roza'daki sihri çözemedi. 50 yıl sonra anlaşıldı ki şiirin kıta başlarındaki harflerin yan yana getirilmesinden "Muazzez Akkaya'm" ismi ortaya çıkıyordu. Sezai Karakoç'un dilinden Mona Rosa şiirinin yazılma hikayesi ve şiir hakkında oluşturulan efsaneler için tıklayın. Sezai Karakoç üzerine kuşatıcı bir yorum, G..Andrews’ün, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi’nce çıkarılan Journal of Turkish Literature Dergisi’nin yayımlanan Stepping Aside’ Geriye Çekilmek’ başlıklı makalede bulunabilir. makalesinde ele aldığı üç şairden biri olan Sezai Karakoç için, Osmanlı kültürünün özü[nün] ve sanatın en yüce amacı[nın] bir metafizik merkezin dilegetirilmesi’ olduğu kanısındadır. Karakoç’un Fizikötesi ve Sanatçı’ başlıklı bir denemesinde kullandığı Hakikat Medeniyeti’ kavramına atıfta bulunarak bu kavramın merkezleşmiş centered anlamlandıran rejim’i çağrıştıran güçlü ve pozitif bir imge’ olduğunu belirtir; Osmanlı edebiyatının cinsellik, sarhoşluk, anlamsızlık gibi ögelerinin, manevi [dinsel, bir yorumu öneçıkarma adına gözardı edil[diğini]’;Osmanlı’nın ebedi,sahih ve özsel’ bir temel üzerinden,Türkiye’nin bugününün köksüzlüğü’ne rootlesness’ karşı, Sezai Karakoç tarafından bir panzehir’ olarak sunulduğunu bildirir. Bunun dışında Prof. Andrews’a göre, Sezai Karakoç şiirinde, Türk modernitesi anlatısında öteki’ni [Osmanlı’yı tanımlayan ne varsa [zorbalık, kandökücülük, boyun eğdirme] ,arızi, önemsiz ve son kertede ihmal edilebilir şeyler’ olarak bir kenara bırakılmakta ve bu sürecin bir parçası olarak bugünkü Türkiye Cumhuriyetini, geçmişin metafizik kararlılığını ve geçmişin vaadini gösteren sayısız işaretlerle dolu bir mekan olarak yeniden-tahayyül etmektedir.’ Bu tahayyüle örnek olarak da Prof. Andrews, Karakoç’un İstanbul’un Hazan Gazeli’ başlıklı şiirini veriyor. Prof. Andrews’ün bu saptamasından yolaçıkarak şunları söyleyebiliriz Bu şiir aslında Nedim’in o çok bilinen Şarkı’sının, metinlerarasılık bağlamında, Julia Kristeva’nın Semiotike’sinden yolaçıkarak kavramsallaştırırsam, tersinir olumsuzlama’ya négation inverse’ uğratılması demektir. Bu olumsuzlama, retorik yoluyla Din ve Eğlence arasındaki ilişkinin tersyüz edilerek okumasını olanaklı kılar. Cum’a namazına deyu izin alub maderden Gidelim serv-i revanum yürü Sadabad’e dizelerini, Sezai Karakoç’un, Sinemaya gidiyorum diye izin al annenden Cuma namazına gidelim seninle biçiminde olumsuzlaması, {cuma namazı →Sadabad}ilişkisinin oluşturduğu bağlamı,{sinema→ cuma namazı} bağlamına dönüştürür. Nedim’de cuma namazı ,bir bahane’ pretext’ iken, Karakoç’ta bir erek’ telos’ olur.; eğlence ise Sadabad’dan sinema’ya taşınarak Moderniteye gönderme yapılır. Nedim’in Osmanlı’sında cuma namazı’nın evden çıkmak için meşru bir gerekçe oluşu, Sezai Karakoç’un Türkiye’sinde bu kez sinema’ya gitmenin meşru bir gerekçe oluşuna dönüşür Karakoç, böylece Modernitenin ya da sekülerleşmenin, dinselliğin ya da din’e ilişkin bir pratiğin ,bir meşruluk gerekçesi’ olmaktan çıkardığını vurgulamak ister. Bununla birlikte Karakoç’un şiirine, örneğin Necip Fazıl’ın 1934 sonrası şiirlerini dönemselleştirmede kullanılan ölçütlerle bakmak doğru olmaz. Sezai Karakoç’un şiirinde, Necip Fazıl’da görülen o radikal şiirsel kopma’ coupuıre poetique’ görülmez; -daha başından, dinselliği örtük bir biçimde ve uzak çağrışımlarla barındıran bir şiirdir Sezai Karakoç’un şiiri. Giderek örtük ya da kapalı-olan’ın daha sonra açık bir söylemle yer değiştirmesi, Karakoç’un şiirinin dönüşümünün kopma’larla gerçekleşmediğini gösterir. Sezai Karakoç’un şiiri, bana göre elbet, bu çözümlemelerin ötesinde konumlandırılması gereken bir lirizmi barındırır. Necip Fazıl şiirinin, 1934’deki şiirsel kopma’sı, lirik-olan’dan retorik-olan’a doğru bir söylemselleşmeyi içerir. Karakoç’ta ise, kapalı-olan’dan açık-olan’a doğru dönüşüm, lirizmden, başat bir söylem olarak ödün vermeyen bir dönüşümdür. Konu İçindeki BaşlıklarSezai Karakoç Kimdir?Sezai Karakoç’un HayatıSezai Karakoç’un Edebi Kişiliği Sezai Karakoç’un ŞiirleriSezai Karakoç’un Sözleriİlkokul ve Ortaokul YıllarıLise YıllarıNecip Fazıl’a Mektup Yazmasıİlk AşkıÜniversite Yıllarıİş Hayatına AtılmasıŞiir Yazmaya BaşlamasıMonna Rosa Şiirinin ÜnlenmesiAşk Acısını Şiire Dökmesiİkinci Yeni Şiirine İsim Babalığı YapmasıEdebi ÇalışmalarıEmeklilik Yılları ve Aldığı Ödüller Uhrevi dünyadan hissettiklerini modern hayat bilgisiyle başarılı bir şekilde harmanlayarak okurlarına sunan edebiyatın önemli bir şahsiyetidir. Türk şiirini metafizik bir konuma getiren isimdir. Bu yazımızda çok yönlü kişiliğiyle Sezai Karakoç’u tanıyacağız. Modern sanattaki soyutlamanın İslam anlayışına uygun olduğu görüşünde olup yaşamı boyunca bunu savunmuş bir şairdir. Hem geleneksel şiire yaklaşmış hem de çoğu şiirini modern bir dille kaleme almıştır. Sadece kendi coğrafyasını değil, aynı zamanda tüm dünyayı düşünen ince ruhlu yapısıyla öne çıkar. Sezai Karakoç, kendi adıyla özdeşlemiş “Diriliş Hareketi”nin fikir babasıdır. Ünlü şair, varlığını tanımlamada İslamiyet terimini kullanmıştır. Çağın İslam’a uyması gerektiği görüşünü savunmuştur. Didem Madak Kimdir? Hayatı, Şiirleri ve Sözleri 1983 yılında çok sevdiği Necip Fazıl’ın ölüm haberini alarak hayatında hissettiği en büyük kederlerden berini yaşamıştır. Duyduğu derin üzüntüyü “…Ve yüzyılımıza şeref olan şiir saati durdu…” deyip ardından susarak anlatmıştır. Aşağıda ünlü şair Karakoç’un hayatını, eserlerini ve birkaç değerli sözünü bulacaksınız. Türk şair, yazar, mütefekkir ve aynı zamanda siyasetçidir. Türk edebiyatında İkinci Yeni şiiri denilince ilk akla gelen isimlerdendir. Tevazu ve beyefendiliğiyle öne çıkar. Sezai Karakoç, gerek düşünce ve yaşam tarzıyla gerek şiirleri ile Türk edebiyatına birçok katkıda bulunmuştur. Türk şiirinin adeta yaşayan efsanesidir. Özellikle Monna Rosa ile anılmıştır. Mütevazı kişiliğinden ötürü sanatta yükseldiği yer konusunda bir ego taşımamış, çoğu zaman layık görüldüğü ödülleri bile kabul etmemiştir. O sadece, ödüle layık görülmüş olmanın mutlu eden kısmıyla ilgilenmiştir. Karakoç’un yakın dostu Cemal Süreya, ünlü şairin şiirlerine hakim olan mistik havadan ötürü ona “Sezo” diyordu. Aynı zamanda onun için “Mehmet Akif ve Necip Fazıl karışımı şair” tanımlamasını kullanmıştır. 22 Ocak 1933 tarihinde Diyarbakır, Ergani’de dünyaya geldi. Annesi Emine Hanım ve babası Yasin Bey doğduğunda ona Muhammed Sezai adını verdi. Fakat Nüfus Müdürlüğü’nde meydana gelen bir yanlışlık yüzünden çocuğun ismi Ahmet Sezai olarak kaydedildi. Karakoç’un doğum günü nüfus kaydında 22 Ocak olarak görünmesine rağmen asıl doğum gününün Mayıs ayı içinde olduğu bilinmektedir. Bu konuyla ilgili annesi Emine Hanım, oğlu Sezai’nin doğduğu zamanı Gülan ayında bir gün olarak tanımlamıştı. Gülan, Mayıs ayının eski dilde söylenişiydi. Güllerin açtığı ay anlamına geliyordu. Sezai’nin doğumu zorluklarla mücadele eden bir toplumun içinde toparlanmaya çalışan ailesine yeni bir umut, bir nefes ve bahar gibi gelmişti. Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçti. Ünlü şairin ismi de eskilerin güzellemesinden geliyordu. “İsim semadan gelir” diyen eskilere göre, herkesin adı bir ilahi armağandı. Böylelikle Kur’an-ı Kerim açıldı ve ismi koyuldu. Her bebeğin bir adı, bir de mahlası olurdu. Buna göre adı Muhammed, mahlası ise Sezai idi. Fakat resmi kayıtlarda adı Ahmet Sezai olarak görünüyordu. Zülküf Dağı’nın eteğinde bir küçük kasabanın, Ergani’nin ortasında bir evde hayata gözlerini açmıştı. Tüccarlık yapan babası Yasin Bey, 1. Dünya Savaşı esnasında Kafkas Cephesi’nde savaşırken Ruslara esir düşmüştü. Orta halli bir aileydiler. Annesi Emine Hanım ise ev hanımıydı. Ailenin birden fazla evi olmasına rağmen maddi sıkıntıya düşünce Yasin Bey hepsini satmak durumunda kaldı. Sezai henüz ki yaşını bitirmeden ailecek bakırdan bir kasabaya, Maden’e taşındılar. Burada oturacakları ev oldukça yüksek bir tepedeydi. Ve bu ev hakkında yerlilerin dilinde dolaşan bir efsane vardı. Tepedeki o ev, cinliydi. Bu varlıklar küçük Sezai’ye musallat olup onu rahatsız edeceklerdi. Ünlü şair, bir gün odada yarı karanlıktayken, süslü kıyafetlere bürünmüş bir cin gördü ya da gördüğünü sandı. Sonradan anımsayabildiği kadarıyla düğün yapan veya gelin götüren birilerini gördüğünü söylüyordu. Küçük yaşından dolayı aklı fazlasıyla karışan Sezai, gördüklerinden oldukça etkilenmişti. Bu olay sanat yaşamını da etkiledi. Ona göre aldığı ilk sanat algılarıydı. Çünkü mistisizm konusunda ona verilen ilk işaretti. İleride çocukluktan çıkıp edebiyata soyunduğunda, yaşadığı bu mistik olay ve Maden kasabası hafızasında kalacaktı. 1938 yılında Ergani’de ilkokul öncesi verilen 3 aylık ihtiyat sınıfı ile eğitim hayatına başladı. 1944’te ise yine Ergani’de ilkokulu tamamladı. Ardından ücretsiz bir yatılı okul olan Maraş Ortaokulu’na kaydoldu. Maraş, onun çocuk yüreğinin alevlendiği yerdi. Bu şehrin tanımı onun için farklıydı. Okula geldiğinde ise hayatında ilk kez kaloriferli bina görmüştü. Hayatında gördüğü ilk zeytin ağacıyla da yine burada tanışmıştı. Sanat da tam bu sıralarda hayatına yavaş yavaş girmeye başlamıştı. Az miktarda olan harçlığı onun kitap sevgisine engel olamıyor, sürekli yeni kitaplar satın alıyordu. Henüz ortaokula giden küçük bir çocuk olmasına rağmen divan şiirleri ve bendnameler ezberliyordu. Mesnevi’yi anlamaya çalışıyordu. Bu durumu kendi deyimiyle “çok erken bir uyanma” olarak tanımlıyordu. 1947’de ortaokul eğitimini başarıyla tamamlayan Sezai, yine aynı şekilde ücretsiz ve yatılı olarak lise hayatına başladı. Bu kez Gaziantep’te idi. O yıllarda oldukça disiplinli ve kendi halinde bir gençti. İlgi alanlarını da değiştirmeye karar verdi. Divan şiirlerinden sonra Batı Edebiyatı’nı incelemeye koyuldu. Shakespeare’in piyeslerine özel ilgi duyuyordu. Bu ilgisi, Andre Gide’nin Dünya Nimetleri’ni, Dohame’mi, Verter’i ve daha nicelerini takip etti. Ölümle lise yıllarında tanışan Sezai, lise yaz tatiline girdiği sırada bir sınıf arkadaşıyla birlikte memleketine dönmek için trendeydi. Yolculuk sırasında karşılaştıkları bir tanıdıkları ismini vermediği bir yakınının ölüm haberini verdi. Sezai’nin gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Kimin öldüğü söylenmemesine rağmen o, bu kişinin askerdeki ağabeyi olduğunu anlamıştı. Ağabeyinin ani ölümü onu derinden üzdü. Sezai Karakoç lise dönemlerinde Necip Fazıl’a ve Büyük Doğu’ya ilgi duyuyordu. Bir gün tüm cesaretini toplayıp Necip Fazıl’a bir mektup yazdı. Mektubun içine Mehmet Levendoğlu imzasıyla “Sabır” adlı şiirini ekledi. Henüz 16’sında olan Sezai’nin şiiri 300 şiir arasından birinci seçildi ve dergide yayımlandı. Sezai Karakoç ve Cemal Süreya, lisede aynı sınıftaydı. Muazzez Akkaya da bu sınıfta okuyan güzel bir kızdı. Bir zaman sonra Sezai, Muazzez’e büyük bir tutkuyla aşık oldu. Ona iltifatlar edip kitaplar hediye ediyordu. Sezai’nin genç kıza duyduğu bu büyük aşk ona şiirler yazdırıyordu. Monna Rosa ve Ping-pong Masası adlı iki büyük eserini bu dönemde oluşturdu. Özellikle Ping-pong Masası, bu aşkı fiziken de kanıtlıyordu. Çünkü sevdiği kız o dönemler pingpong oynuyordu. Fakat önemli olan bir detay vardı ki o da Cemal Süreya’nın da aynı kıza vurgun olmasıydı. Ünlü şair, 1954 yılında liseden mezun oldu. Daha sonra felsefeye merak saldı ve felsefe okuma isteği onu İstanbul’a sürükledi. Fakat babası onun İlahiyat Fakültesi’ne girmesini istiyordu. Genç Sezai, kendi maddi imkanlarının okul için yetersiz kalacağını biliyordu. Fakat okuma isteğinden vazgeçmek gibi bir niyeti yoktu. Bunun üzerine ücretsiz yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sınavına girdi. Eğer sınavı kazanamazsa felsefe tahsili yapacaktı. Sonuçların açıklanmasını beklerken felsefe için kaydını yaptırdı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandı. 1955 yılında fakültenin mali şubesinden mezun olarak yükseköğrenimini tamamladı. Üniversiteden mezun olur olmaz, mecburi görev nedeniyle Maliye Bakanlığı’nın Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümü’ne getirildi. Daha sonra maliye müfettişliği sınavına girdi. Bu sınavdan başarıyla geçen Sezai, 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcısı olarak göreve başladı. 1959 yılında İstanbul’da Gelirler Kontrolü idi. Bir dönem Ankara’ya çağrıldı ve Yeğenbey Dairesi’nde görev yaptı. Fakat kısa süre sonra İstanbul’a tekrar getirildi. Hem geziyor hem çalışıyordu. İşi sayesinde Anadolu’nun pek çok farklı yerini karış karış gezme fırsatı yakaladı. Yaptığı tüm bu gözlemleri şiirlerinde kullanacaktı. 6 Ocak 1959 tarihinde Sirkeci Faciası’ndan yaralı olarak kurtulmasını ardından şiir kitabını basıma hazırlanıyordu. Fakat tüm şiirlerini basmaya parası yetmeyeceği için onları ikiye ayırmaya karar verdi. Metafizik ve ferdi tarzda olanları arkadaşları Doğan Yel ve Cafer Canlı’dan borç alarak yayımladı. Uğruna kandan elbiseler giydiği kitabına “Körfez” adını verdi. İstanbul’daki görevine askerlik nedeniyle 1960-1961 yıllarında ara verdi. Askerliği bitince tekrar görevi başına döndü. 1965’ten 1973’e kadar çok kez istifa etti. 1973’ten sonra bir daha resmi bir görev almadı. Türk edebiyatına kazandırdığı eserlerle birçok ödüle layık görülen usta şair, İkinci Yeni şairleri arasında kendine has imgelerle, mistik ve İslami içeriğe yer veren şiirleriyle bilinmektedir. Din ve inancı ile fizik ötesi kaygıları yenmeyi başarmıştır. Anlatımında görülen kapalılık ve karanlık imaj evreninden dolayı İkinci Yeni şairleri arasında gösterilmektedir. Eserlerinde ölüm, İslami terimler ve kadına sıkça değinmiştir. Şiirlerinde kutsal kitaplardan alıntılar yapar ve bunları çağdaş bir dille okuyucuyla buluşturur. Bilgi birikimi bakımından zengin bir şairdir. İlk şiirlerinde hece ölçüsünü tercih eden şair daha sonra serbest ölçüye geçmiştir. 1952 yılında kaleme aldığı Monna Rosa adlı eseri edebiyatımızın unutulmaz aşk şiiri olmuştur. Çok sayıda okuyucunun beğenisini kazanarak bir rekora imza atmıştır. Yaz tatili geldiğinde Sezai, Ergani’ye döndü. Tüm dönemi Divan şiirleri ezberleyerek bitirmişti. Bir arkadaşı savaşın bittiğini söyleyerek ona bir gazete uzattı. 1945’in Ağustos ayında atom bombası atılmış ve savaş bitmişti. İşte bu yaz tatillerinin birinde, ilk şiirlerini yazmaya ve ilk eserlerinin temellerini oluşturmaya başladı. Sanatçı olmak gibi bir hayali ya da isteği de yoktu. O, bilim yolunda ilerlemeyi istiyordu. Fakat hayat onu zamanla edebiyatın en ünlü isimlerinden biri yaptı. 20 Nisan 1952’de sınıfça düzenlenen bir gezi düzenlendi ve o sıralar Sezai 19 yaşındaydı. Arkadaşları, ona Monna Rosa’yı okuması için ısrar ettiler. Onları kırmayan Sezai, şiiri okudu. Bir üst sınıftaki arkadaşı Cevat Geray, bu şiiri Sezai’den yazılı olarak istedi. Bunun üzerine şiiri Sezai’den habersiz Hisar Dergisi’ndeki arkadaşlarına gösterdi. Geray, Hisar Dergisi’nden beklediği ilgiyle karşılaştı. Monna Rosa, Hisar’da yayımlanmış ve büyük beğeni toplamıştı. Şiir daha sonra da Mülkiye Dergisi’nde yer aldı. Sezai Karakoç, tekrar aşık olmuştu. Tıpkı doğduğu zaman gibi aylardan Gülan Mayıs idi. Sevdiği bu kadınla hayatını birleştirmek istiyordu. Bunun üzerine babasına nişanlanmak istediğini belirten bir mektup yazdı. Fakat babası, bu ciddi adıma karşı çıktı. Büyük bir yıkıma uğrayan Karakoç, hislerini şiire dökmeye karar verdi. “Rüzgar” adını verdiği bu şiiri ile birlikte bir daha hiç açmamak üzere evlilik konusunu kapattı. Çok iyi iki dost olan Sezai Karakoç ile Cemal Süreya işleri gereği bir dönem farklı şehirde yaşamak durumunda kaldılar. Sürekli mektuplaşıyorlar, birbirleriyle fikir alışverişi yapıyorlardı. Sezai, Cemal Süreya’ya “Balkon” adlı şiirini yolladı. Çünkü kim ne zaman yeni bir şiir yazsa, hemen diğerine postalıyordu. Cemal Süreya, Karakoç’un bu şiirini çok beğenmişti. Birkaç gün sonra dayanamayarak şiiri Pazar Postası adlı dergiye vermişti. Cemal Süreya’nın bu hareketine oldukça sinirlenen Karakoç, arkadaşına çok sert bir mektup yazdı. Fakat birkaç gün sonra yazdığı mektup kendisine geri döndü. Çünkü öfkesinden Cemal Süreya’nın adresini eksik yazmıştı. Daha sonra bir mektup daha yazarak, bunda adresi yanlış yazdığını bu nedenle sert dille yazdığı mektubun ona ulaşmadığından bahsetti. Bir daha böyle bir davranış yapmamasını dile getirdi. Cemal Süreya’nın bu davranışı her ne kadar Karakoç’un öfkelenmesine sebep olsa da ona yeni yollar açacaktı. Muzaffer ilhan Erdost, bir süre sonra Garip Akımı’na karşı yeni bir şiir akımının oluştuğunun haberini verdi. Bu yeni akımın isim babası Sezai Karakoç olacaktı. “İkinci Yeni” olarak kararlaştırılan bu akımın şiir üslubu Karakoç’a göre “Yeni-Gerçekçi Şiir” olarak anılmalıydı. Sezai Karakoç, 30 yaşındayken bir dergi kurmayı düşünüyordu. Bunun üzerine 1960 yılında İstanbul’da Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi’ni kurdu. Fakat dergi, 27 Mayıs 1960 darbesi nedeniyle sadece iki sayı çıkarabildi. Daha sonra kaldırıldı. Şair, ilerleyen dönemlerde Diriliş Dergisi’ni daha kapsamlı bir şekilde çıkarmak için uğraşacaktı. 1988’e kadar ara ara kapanıp açılarak varlığını korudu. Ünlü şair, 1961-1964 yılları arasında Pazar Postası, Yeni İstiklal dergilerinin içeriklerine katkıda bulundu. 1964-1967 yılları arasında ise Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Dergisi’nde şiir, eleştiri ve denemelerini okuyuculara sundu. 1990 yılında ise Diriliş Partisi’ni kurdu. Partinin amblemi güller açan gül ağacıydı. 7 yıl boyunca partinin başkanlığını üstlendi. Üst üste iki kez genel seçime gidemediği için 19 Mart 1997’de parti kapatıldı. 2007 yılında Yüce Diriliş Partisi’ni kurdu. Şair, 2007 yılının Nisan ayından başlayarak uzunca bir süre her cumartesi akşamı, Yüce Diriliş Partisi İstanbul İl Başkanlığı’nda değerlendirme konuşmaları yapmıştır. Bu konuşmaları partinin internet sitesinden canlı olarak yayınlanmıştır. Memuriyet hayatına son verip emekli olduğunda yetersiz maddi imkanlarıyla dergi ve gazete çıkarmaya başladı. Eserlerinin kendi yayınevinden başka yerde yayımlanmasını istemiyordu. 1968 yılında MTTB Milli Hizmet Madalyası, 1970’de Sürgün Macar Yazarlar Gümüş Madalya Ödülü, 1982’de Yazarlar Birliği Hikaye Ödülü, 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü, 1991’de Dünya Kültür ve Sanat Akademisi Ödülleri’ne layık görüldü. Fakat bunların hiçbirini kabul etmedi. Hayatı boyunca kabul ettiği tek ödül ise, Macaristan ve Polonya’nın işgali sonucu yazdığı itiraz şiirinin yurt dışında ses getirmesi ve bunun sonucunda Macar edebiyatçıların bu şiirden haberdar olmasıyla ilgilidir. Bu şiiri ödüllendirmek isteyen Macar edebiyatçılar Karakoç’a bir ödül verirler. Ödül, şair tarafından kabul edilir. Şairlik hayatına genç yaşta adım atan Sezai Karakoç, sonraları şiirle ilgili görüşlerini ve şiir anlayışını da yazmaya başladı. Bu konudaki görüşlerinden oluşan 3 kitabına “Edebiyat Yazıları” adını verdi. Türk şiirinde kendine özgü tarzıyla edebiyatın en önde gelen şairlerinden olmayı başaran Karakoç’a göre şiirin genel çizgileri, “Pergünt Üçgeni” dediği üç ilk ile belirleniyordu. Norveçli yazar Henrik İbsen’in en ünlü oyunlarından Peer Gynt, Sezai Karakoç tarafından şiire uyarlanmıştı. Ünlü şairin üç kuralına göre; şair kendi kendisi olmalı, şair kendine yetmeli ve şair kendinden memnun olmalıydı. Karakoç’un şiiri Türk şiiri geleneksel yapısına göre metafizik bir şiirdi. Hayatı boyunca birçok şiire imzasını atan Karakoç’un en ünlü birkaç şiirini ele aldık Günümüzde yaşananları mistik bir dille tasvir eder. Adeta şairin manevi kürsüsünden bir vaaz gibidir. Aynı zamanda bir tarihi yoklayıştır. Şairin 6 Ocak 1959’da bir kıraathanede Sirkeci Facia’sına tanık olmasıyla doğan bu şiir; çözülen ayakkabı bağlarından çay bardağını tutan parmakların gücüne kadar her şeyi betimler. Karakoç, ölümün ve annesinin hatırası arasında hissettiği yoğun duyguları bu şiirinde dile getirmiştir. Ölüm temasının işlendiği bu şiirinde, hayatın gerçekleriyle ve ölümü birleştirmiştir. Doğa olaylarını da tasvir eder ve ölümü bir dirilişe benzetir. Yine İslam inancına yer vermiştir. Gerçek duyguların ve gerçek bir aşkın hikayesi olan bu şiir, şairin lisedeki büyük aşkına yazılmıştı. Karakoç’a göre Leyle ile Mecnun’un modern bir denemesiydi. 1953 yılının Mart ayında yazılmıştır. Bulunduğu kitaba adını vermiş bir eseridir. Hayata atfettikleri değerler birbirinden farklı olan farklı kutuplardaki insanları anlatır. Sait Faik Abasıyanık Kimdir? Hayatı ve Eserleri Oldukça parlak bir eğitim hayatı geçirmiş, eserleriyle çeşitli dergilere katkıda bulunmuş, onlarca şiir yazıp Türkiye’de ve dünyada pek çok sanat ödülüne layık görülmüş Sezai Karakoç’un şiirleri kadar sözleri de ün kazanmıştır. İşte ünlü şaire ait birkaç anlamlı söz Eserlerinde de İslam inancını temel alan ve bunu modern şiire uyarlayan bir şair olarak Karakoç, bu sözünde de Allah inancından bahsetmiştir. Yaratana inananın özgür olabileceğine değinmiştir. Zorluklarla mücadele etmenin her zaman bir ödülü olduğunu dile getirdiği bu sözünde, azimli olmaya değinmiştir. Her gündüzün gecesini yolumuza çıkan bir engele benzetirsek, katlanılan bu zorluğa ödül olarak ertesi gün güneş açar. Eserlerinde tarihten de oldukça yararlanan şair, tarihi gerçeklerin varlığı ve bu gerçeklere karşı açılan savaşlardan, baş kaldırımlardan söz etmiştir. Tarih ile hayatı kıyaslamıştır. 1953 yılının Ocak ayında yazdığı bir şiirden alıntı olan bu kısım, okuyucuya bir yoksulluk ihtivası hissettirir. “Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın” sözleriyle devam eder. Yine tarihe ve İslam inancına dikkat çektiği bu sözünde, bilinçlenmenin zaman içinde olacağından söz etmiştir. Geçmişini, nereden geldiğini öğrenenler uyanacaktır. Sezai Karakoç’un Hayatı Sezai Karakoç’un Edebi Kişiliği Sezai Karakoç’un Şiirleri Sezai Karakoç’un Sözleri İlkokul ve Ortaokul Yılları Lise Yılları Necip Fazıl’a Mektup Yazması İlk Aşkı Üniversite Yılları İş Hayatına Atılması Şiir Yazmaya Başlaması Monna Rosa Şiirinin Ünlenmesi Aşk Acısını Şiire Dökmesi İkinci Yeni Şiirine İsim Babalığı Yapması Edebi Çalışmaları Emeklilik Yılları ve Aldığı Ödüller Kaynak Sezai Karakoç, kendi adıyla özdeşleşen Diriliş Hareketi’nin fikir babası olarak düşünce dünyamızı etkiledi. Hem kişiliğinin hem de sanatının gerektirdiği şekilde eserler kaleme alan şair, toplumsal gelenek ve göreneklere, yaşam biçimlerine, hayat tarzlarına önem verdi. Bu doğrultuda şiirler yazan edebiyatçımız, toplum tarafından kabul gören ifade kalıplarını kullandı, toplum tarafından kabul edilmeyen tabu sözlere ise yer vermedi. İnsanoğlu yeryüzüne gelişinden bugüne kadar doğrudan söylendiğinde sıkıntı oluşturabilecek ayıp, kaba, iç karartan vb. ifadelerin yerine daha güzel ve sıkıntıyı hafifletici dil kullanır. Bu, hem insanın kötü durumdan kurtulma isteğini hem de karşıdaki insanın kaçışını göstermesi açısından önem arz eder. İnsanlar arasında iletişim kurma çabası belli bir üslup çerçevesinde gelişir. İlk akla gelen kelime kullanılamadığı gibi bazı kavramların bilinen ifade şekilleri de tercih edilmez. "Din ve ahlak kurallarından farklı olarak güzel adlandırmalar, belli bir kurala bağlı olmaksızın kendiliğinden ortaya çıkan yasaklardır. Yasak olmaları için akla uygun bir neden gerektirmez." Sosyal hayatta böyle bir tercih yapılırken edebî dünyada da bu anlatıma uzak kalınmaz. Gerek mensur gerekse de manzum eserlerde böyle bir anlatıma ihtiyaç duyulur. Bu anlatım tarzı farklı isimlendirmelerle bilim dünyasında yer alır. İngilizce; "euphemism", Almanca; "euphemismus", Fransızca; euphémisme", Rusça; "evfemizm" ifadeleriyle karşılanan bu kavram, Türkiye Türkçesinde örtmece/güzel adlandırma/edebi kelam/ hüsnü tabir şeklinde isimlendirilir. Bu kavramların kullanımı ile ilgili çeşitli görüşler vardır. Cumhuriyet Devri Türk şiirinde hem İslami İkinci Yeni Hareketi'nin hem de İslamcı söylemin önde gelen isimleri arasında yer alan Sezai Karakoç, toplum tarafından kullanılan güzel anlamlara yer vermekle beraber edebi değer taşıyan güzel adlandırmaları da kullandı. Şair, yaşadığı çevreden etkilenen bir üslupla şiirlerini yazdığı görülür. SEZAİ KARAKOÇ VE "DİRİLİŞ" DÜŞÜNCESİ "İlk şiirlerinden beri metafizik bir dikkat geliştirmiş olan Sezai Karakoç, 1960'larda bu dikkati, İslamî bir duyuşla derinleştirip "Diriliş" söylemiyle sistemleştirir. Kendi şiirinin ustası olma sürecinde geldiği nokta, Karakoç'un edebiyat kanonu tarafından dışlanmasına yol açar. Öyle ki bu dışlama, sadece 1960'lar ve sonrasıyla da sınırlı kalmaz. Karakoç, modern Türk şiirinin en önemli hamlelerinden biri olarak kabul edilen İkinci Yeni Şiiri'nden de dışlanmak, çıkarılmak istenir. Bu tutuma karşı o da edebiyat kanonunu dışlar. Sezai Karakoç, çıktığı yer ile geldiği yer arasında bir kavis oluşturmuş ve Diriliş düşüncesiyle bu kavisi bir daire olarak tamamlamıştır. Bu dairede, Türkçe ile nefes alan bir kültürün yaşadığı rahatlıkla söylenebilir" Şair, edebiyat ve fikir dünyasında yer bulan Diriliş kavramıyla ön plana çıkar. Hem batı düşüncesine hem de doğu düşüncesine vakıf olan şair, II. Yeni Hareketi'nin manevi havasını etkiledi. ÖLÜM İLE HAYAT İÇ İÇE "Ölüm" kelimesi Sezai Karakoç'un şiirlerinde doğrudan kullanıldığı gibi güzel adlandırmalardan da yararlanılarak da kullanıldı. O, düşünce dünyasında sistematize ederek sofistike bir hale getirdiği ölüm anlayışını şiirine taşıdı. Ölümü bir ruh metamorfozu olarak gören şair, ölüm karşısında ince bir duyarlık çizgisini korumakla beraber, güçlü bir tavır geliştirmeyi başarmıştı. "Ölümü anan, onu hayatına adeta karan, ölümü yok saymayan yani onu doğru okuyan insan kendisini ölümden ötedeki gerçek özgürlükle özgür kılacaktır." Karakoç, günümüz şairlerini somut unsurları ele aldıkları için eleştirir. Poetik bir yaklaşımla ölümü anlamayan ve anlatamayan şairlerden bahseder. Ölümün bir yolculuk, göç olarak algılandığı bilinir. Bu anlayışı, "gitmek, öbür / öteki dünyaya gitmek, ahirete gitmek, ahiret yolcusu olmak, ahiret yolculuğuna çıkmak, göçmek" gibi deyişlerde de görmek mümkün. İnsanın bu dünyaya göz yummasıyla bilinmeyen ve bu yüzden de hep merak edilen öteki dünyaya intikali ve defnedilmek üzere alınıp götürülmesi son noktadır. Karakoç ölümü yolculuğa benzetir. İslam düşüncesine göre ölüm bir göçtür. Dünya yolculuğu sona erip ahiret yolculuğu başlar. Yalan dünyadan gerçek dünyaya gelinir. "Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar Hatıralarımı birer birer yakacağım." Şair, "ata eğer vuruyorlar" ifadesinde tabutun hazırlanışını ata eğer vurulmasına benzetir. "Artık ben gideceğim atım kişniyor; Bir bebek mum istiyor, bir ölü şarkı istiyor, Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz, bir deniz; Beni onun gözleri çağırıyor, duramam duramam." Atın kişnemesi ölüme doğru çıkılacak yolun habercisidir. Eğer ölüm çağırıyorsa insanın durma lüksü yoktur. Mona Roza şiirinde at ve ölüm ilişkisi bu şekilde görülür. "Önüne çıkar hayat yolkesen gibi Soyulur çırçıplak gider şair Bir deri bir kemik öteye geçtiğinde Arkasında kalır şiir tomarı kefeni" Şair, "Ateş Dansı" isimli şiirde öteye geçmek kavramına yer verir. İnsanoğlu öldüğünde yanında bir şey götüremez. Farklı toplumlarda mezara farklı eşyalar gömülse de öteye geçildiğinde götürülecek olan şeyler dinî inanç sistemi açısından ameller, pozitivist açıdan bakıldığında insanlığa yapılan hizmetlerdir. "Şair önce kendi ağıtını yaz Binlerce ağıttan önce Gün gelip saat çalınca Vaktin olmaz kendi ağıtını söylemeye" Şair, ölümü zamana benzetir. İnsanın dünyaya gelmesi ile dünyaya gözünü kapaması arasında belli bir zaman dilimi vardır. Zamanı gelince, her insanoğlu ölümü tadacaktır. Bu durumu bir şiirinde güzel adlandırmayla karşılar. Vaktin gelmesi karşısında insanoğlu çaresizdir. "Geldiler oturdular anlattılar Dedikleri falan da filân da orda Falan ki bir gemide batmıştı son hayali sendin Filân ki bir otobüs kazasında can vermişti Bir kayada Falan ki senin en sevdiğindi hastanede tek başına gitmişti" Ölümün doğrudan kullanılmadığı yerlerde farklı kavramlar tercih edilir. Bunlardan birisi de candır. Can vermek kulağa hoş gelirken ölüm kavramı insanda ürperti oluşturur. Sesler şiirinde güzel adlandırmadan yararlanan şair ölümü can vermek ifadesiyle karşılar. Can aynı zamanda ruhtur. "Ruhunu teslim etmek, can vermek, canını vermek, emanetini geri vermek" ifadeleriyle ölüm adlandırılır. Şair ölüme hazırlıklıdır. Köşe isimli şiirinde can vermek ifadesiyle ölümü anlatır. "Atların en güzel biçimini sessizce kalbime indiriyor İçimde İstanbul çalkanırken boz bulanık çeşme Bir dans için can vermeğe hazır bekliyorum Sen orda gelir ayak kuklalara insan gibi konuşmasını öğretme" Vatanı savunan insanlar savaşta ölürse şehit olurlar. Onlar ölüme gittiklerini bilseler bile korkmazlar. Gözlerin bağlanması korkunun işaretidir. Fakat at üstünde can veren insanlar cesaretlidirler. Kutsal At şiirinde Cezayir atlarını anlatan şair, bir dans için ölmeyi bile göze alır. "Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız Biz kirli ve temiz çamaşırları Aynı zaman aynı minval üzere katlarız" Şair ölümden sonra yaşamı koşu bittikten sonra koşan atlara benzetir. Şahdamar isimli şiirde bu tarz bir kullanım vardır. DELİLİĞİN NAZİK İFADESİ "Oğlun söylemesi güç ama gerçek şu ki Aklını yâd yellere emanet etmiş gibi Dillere düştüğünü bilmeyen mi var Var onu başka türlü kurtar" İnsanoğlu hastalıkların isimlerini sosyal yaşamda söylemekten çekinir. Bu hastalıklar toplum tarafından ayıp karşılanan organlarla ilgili olabileceği gibi tedavisi uzun süren ya da çözümü olmayan hastalıklar olabileceğinden isimlendirmeler güzel adlandırma yoluyla verilir. Şair, Baba Umudu isimli şiirde akıl hastalığını gizlemek için aklını yabancı rüzgârlara emanet etmek ifadesini kullanır. MİTOLOJİ VE SEZAİ KARAKOÇ Sezai Karakoç'un şiirinde, yaratılış mitlerinin temel unsuru olan su sıklıkla geçer. Köpük, dünyayı kutsal anlatmalarla birleştiren bir şiir olarak Meryem, İbrahim, İsmail, Musa Peygamber adlarıyla bir atmosfer kurar. Şair, zamanı değişmez bir oluş kabul eder ve kutsal yaratılış hikâyesine yol alır. Sesler kitabı bu anlamda yaşadığı çağa, hakikati ve kutsalı tekrar getirmek için denizin çağrısına kulak vermiş mistisizmdir. Su bütün mitolojilerde ilk oluşu, yaratılışı karşılayan temel unsurdur. Karakoç'un bu açıdan Yunan mitoloji kahramanı Odysseus'u andığı Fırtına'daki "Yeni değil eski bildik bir fırtınadır bu/ Odisseus bunda erdi suların yedi türlü sırrına" dizeleri insanı hakikatle yan yana getirenin su oluşuna göndermedir. Hızırla Kırk Saat'te Âdem Peygamber'le başlayan peygamber kıssaları, mutasavvıfların menkıbevi hayatına doğru ilerler ve şair böylelikle Batı'ya bağlı tarih anlayışına alternatif bir tarih çizgisi çeker. Nuh, Musa, Şuayb, İsa, İbrahim, Yakub, Yusuf hikâyeleri bu tarihselliğin vurgusudur. Ardından tasavvuf tarihinin önemli adlarının hikâyeleri, kısa kısa yer alır. Hızır'ın ağzından Mevlânâ ve Şems, İbn-i Arabi, Mansur anlatılır. Hazreti Peygamber etrafında menkıbevi olarak çoğalan 'ayı bölme' olayı, şairin diğer mitoloji ve dünya ilgilerini anlattığı tarzda daima çağdaş dünyaya ait sahnelerle birlikte sunulur "Ay bölündü gece gezimiz gibi/ Kopmamak için direnen bir nar kadar bile direnemedi/ Solunda ölen çocuk Hiroşima Nagazaki/ Sağında bir Cebrail kelebeği" "Her evde kutsal kitaplar asılıydı Okuyan kimseyi görmedim Okusa da anlayanı görmedim" Şairin bütün bütün mitolojik bir dünya algısıyla yürümediği ve tarihi, anlatmayı şiirine yedirirken asıl olarak Kur'an'dan gelen bilgiyi kabul ettiği açıktır. Hatta bu yaklaşımı, bu kitapta ifadesini açıkça bulur. "Öğretmeseydim duvarını devirerek yoksulu kurtarmayı Çıkartabilir miydi Musa Mısır'dan İsrail'i Delmeseydim bir yoksulun övüncü kayığını Geçirebilir miydi Musa Kızıldeniz'den İsrail'i Bir vuruşta on pınar Çıkartabilir miydi çakmak kayalarından Öldürmeseydim hiç acımadan Gözünün önünde o çocuğu Bütün suçsuz çocukların katili Firavun'u boğar mıydı daha yeni kurumuş deniz" "Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından Asya'da, Afrika'da, geçmişte, gelecekte" Yiğitliğin ve İslam faziletinin timsali olarak Ali, Karakoç'ta halk anlatmalarındaki karşılığıyla kendisini gösterir. "Sana bir tabutun çivilerini çakar gibi Kelimelerini zeytin taneleri gibi seçerek Eski bir yazıt gibi birer birer söylemişti Şam ve Bağdat kırklara karışmıştır Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır" "Kırklara karışmak" deyimi de 'yok olmak' anlamında kullanılan bir deyimdir. Şair, kaybedilen topraklar için "kırklara karışmak" kavramını kullanır. Sesler şiirinde bu anlatıma yer verir. "Bir beni anan doğuran kadınlar kaldı Çocuklarını kaçırmasın diye al kadınları Elmalarını ısırdım öfkeyle Rüzgârına bir çıban tohumu ektim Böylece iz bıraktım Benim mirasıma yeryüzünde" Al kadını lohusa kadının başına musallat olan bir peri kızıdır. Önlem alınmazsa lohusa kadının ciğerini yiyeceğine inanılır ve çocuktan da uzak tutulur. Al karısının çocuğu kaçıracağı ve öldüreceği inancı vardır. Şair, ölüm ifadesinin yerine "al karısını" kullanır. Hızırla Kırk Saat şiirinde "al kadını" kavramı örtük bir anlatımla kullanır. "O sabır kentini yakan da biraz Kendi çocuklarıdır İyi saatte olsunlardır" "İyi saatte olsunlar" kavramı cin kavramını telaffuz etmekten çekinildiği için kullanılır. Cin denildiğinde insanların rahatsız edileceği düşünülür. "Üç harfliler" kavramı ile de karşılanır. Şair Güz Anıtı isimli şiirde cinleri örtük bir anlatımla verir. Derlenmiştir.

sezai karakoç veda şiiri incelemesi